Karla karışık yağan yağmur kafenin camlarını dövüyordu. Rüzgar, girebildiği en ufak aralıktan içeri sızıp uluyordu. Sobanın dumanı rüzgarın da etkisiyle içeri dolmuş, masaların arasında dolaşıyordu. Cam kenarındaki masada her halinden sarhoş olduğu anlaşılan, gözleri kızarmış yaşlı bir adam gıdısının üzerinde uyuyordu. Gözlerden uzak köşede ise ilk buluşmada oldukları belli olan genç bir çift vardı. Böyle bir havada kimse, sürekli görüştüğü biriyle buluşmak için dışarı çıkmazdı. Filmlerden ve dizilerden konuşacak konu yaratmaya çalışıyorlardı. Kadın, ağzında yapışkan bir sakız varmış gibi sesler çıkardığı bir konuşma biçimi benimsemişti. Adamsa olabildiğince az konuşuyordu.
O içeri girdiğinde kapıda
takılı duran minik zil herkesi bir an duraksattı. Rüzgarın etkisiyle ağırlaşan
kapıyı zorlanarak da olsa kapattı. Saçları atkısının altından çıkmış,
uçuşuyordu. Şapkasız çıktığına hiç bu kadar pişman olmamıştı. Ellerini
ovuşturarak içeri girdi. Daha önce hiç gelmediği bu kafeyi sığınak olarak
görmüştü. Kasanın arkasında, canından bezmiş şekilde Candy Crush oynayan kadına
“bir çay” dedi ve sobaya en yakın masaya yerleşti. İçinden, “keşke kimse olmasa
da ıslak çoraplarımı kurutsam” diye geçirdi.
İnsan, ancak fiziksel
ihtiyaçlarını giderdikten sonra fark edebiliyor çevresini. Biraz ısındıktan ve
üç bardak çaydan sonra etrafı gözlemeye başladı; dışarda koşuşturan insanlar,
havaya inat yavaş yavaş yol alan tramvay, gri gökyüzü ve her yağmurda bir anda
peydah olan seyyar şemsiye satıcıları, köşe masada oturan taze çift. Şimdilik
tanışıyorlardı. Belki günü birinde birbirlerinden nefret edeceklerdi. Belki de
birbirlerinin kollarında öleceklerdi. Adam kadının çirkin seviyede büyük
dilini, kadın adamın ayak tırnaklarını kesmediğini öğrenecekti. Peki şu amca?
Gündüz vakti sarhoş bir şekilde deniz kenarında bir kafede neden uyuyordu? Çocuklarını
mı terk etmişti? Eşini mi kaybetmişti? İflas mı etmişti? Adam, gıdısının
üzerinde horladıkça kafası düşüp kalkmaya devam etti. İnsanlar koşmaya devam
etti. İşten çıkanlar evlerine, sevdiklerine, tek odanın ısıtıldığı yuvalarına.
Tramvay defalarca dolup boşaldı. Nostaljik olamayacak kadar yeni, işlevsel
olamayacak kadar yavaş bu tramvay çalışmadan önce, insanlar bu yolu neyle
gidiyordu?
Kafenin sahibesinden yüz
bularak ayakkabılarını çıkarmış, ayaklarını sobaya dayamıştı. İçerde dolaşan
duman ve yavaşlayan yağmur, her şeyin bir film sahnesi gibi görünmesini
sağlıyordu. Hava kararmış, ışıklar parlaklaşmış, ıslaklık, belediyenin zevksiz
bir desenle döşediği kaldırımlarını buzdan bir zeminmiş gibi gösteriyordu.
Tekrar ıslanmaya hazır hissettiğinde hesabı ödeyip çıktı. Kapının minik ziliyle,
kafeyi ve kurduğu varsayımları arkasında bıraktı.
Çift, üçüncü buluşmadan
sonra basit bir anlaşmazlıkla görüşmeyi kesti. Birbirlerini sosyal medyadan engellediler.
İlişkileri, kimsenin kimseye sevgi ya da nefret duyamayacağı kadar yavan birkaç
görüşmeden ibaret kaldı. Sarhoş amcanın kendisinden başka bir derdi yoktu. İşe
yaramazın biriydi. Orda burada sızmaya devam etti.