18 Ocak 2022 Salı

Karla Karışık

Karla karışık yağan yağmur kafenin camlarını dövüyordu. Rüzgar, girebildiği en ufak aralıktan içeri sızıp uluyordu. Sobanın dumanı rüzgarın da etkisiyle içeri dolmuş, masaların arasında dolaşıyordu. Cam kenarındaki masada her halinden sarhoş olduğu anlaşılan, gözleri kızarmış yaşlı bir adam gıdısının üzerinde uyuyordu. Gözlerden uzak köşede ise ilk buluşmada oldukları belli olan genç bir çift vardı. Böyle bir havada kimse, sürekli görüştüğü biriyle buluşmak için dışarı çıkmazdı. Filmlerden ve dizilerden konuşacak konu yaratmaya çalışıyorlardı. Kadın, ağzında yapışkan bir sakız varmış gibi sesler çıkardığı bir konuşma biçimi benimsemişti. Adamsa olabildiğince az konuşuyordu.

O içeri girdiğinde kapıda takılı duran minik zil herkesi bir an duraksattı. Rüzgarın etkisiyle ağırlaşan kapıyı zorlanarak da olsa kapattı. Saçları atkısının altından çıkmış, uçuşuyordu. Şapkasız çıktığına hiç bu kadar pişman olmamıştı. Ellerini ovuşturarak içeri girdi. Daha önce hiç gelmediği bu kafeyi sığınak olarak görmüştü. Kasanın arkasında, canından bezmiş şekilde Candy Crush oynayan kadına “bir çay” dedi ve sobaya en yakın masaya yerleşti. İçinden, “keşke kimse olmasa da ıslak çoraplarımı kurutsam” diye geçirdi.

İnsan, ancak fiziksel ihtiyaçlarını giderdikten sonra fark edebiliyor çevresini. Biraz ısındıktan ve üç bardak çaydan sonra etrafı gözlemeye başladı; dışarda koşuşturan insanlar, havaya inat yavaş yavaş yol alan tramvay, gri gökyüzü ve her yağmurda bir anda peydah olan seyyar şemsiye satıcıları, köşe masada oturan taze çift. Şimdilik tanışıyorlardı. Belki günü birinde birbirlerinden nefret edeceklerdi. Belki de birbirlerinin kollarında öleceklerdi. Adam kadının çirkin seviyede büyük dilini, kadın adamın ayak tırnaklarını kesmediğini öğrenecekti. Peki şu amca? Gündüz vakti sarhoş bir şekilde deniz kenarında bir kafede neden uyuyordu? Çocuklarını mı terk etmişti? Eşini mi kaybetmişti? İflas mı etmişti? Adam, gıdısının üzerinde horladıkça kafası düşüp kalkmaya devam etti. İnsanlar koşmaya devam etti. İşten çıkanlar evlerine, sevdiklerine, tek odanın ısıtıldığı yuvalarına. Tramvay defalarca dolup boşaldı. Nostaljik olamayacak kadar yeni, işlevsel olamayacak kadar yavaş bu tramvay çalışmadan önce, insanlar bu yolu neyle gidiyordu?

Kafenin sahibesinden yüz bularak ayakkabılarını çıkarmış, ayaklarını sobaya dayamıştı. İçerde dolaşan duman ve yavaşlayan yağmur, her şeyin bir film sahnesi gibi görünmesini sağlıyordu. Hava kararmış, ışıklar parlaklaşmış, ıslaklık, belediyenin zevksiz bir desenle döşediği kaldırımlarını buzdan bir zeminmiş gibi gösteriyordu. Tekrar ıslanmaya hazır hissettiğinde hesabı ödeyip çıktı. Kapının minik ziliyle, kafeyi ve kurduğu varsayımları arkasında bıraktı.

Çift, üçüncü buluşmadan sonra basit bir anlaşmazlıkla görüşmeyi kesti. Birbirlerini sosyal medyadan engellediler. İlişkileri, kimsenin kimseye sevgi ya da nefret duyamayacağı kadar yavan birkaç görüşmeden ibaret kaldı. Sarhoş amcanın kendisinden başka bir derdi yoktu. İşe yaramazın biriydi. Orda burada sızmaya devam etti.  

20 Aralık 2021 Pazartesi

Kendin Olmayı Ezberlemek

     Bu buz gibi evlerde nasıl bozuluyor bu çorbalar?

   Oysa burnum hep soğuk. Odamın berbat manzarasına bile alıştım. Günbatımı güzel görünüyor. Arkadaşımın odasına sürekli yaprakları dökülen ağaç var bir de. Hayat bizi yordu diyoruz ya, hayat mı yoran, yoksa kurduğumuz düzen mi? Şehrin azıcık dışına çıktığımda, kamp ateşi için odun toplarken, akarsuyun o ince sesini duyarken ya da çiçekleri izlerken hiç de yorulmuyorum oysaki.

   Çalıların arasından geçerken sıyrılan kollarım, fazla yürümekten sızlayan ayak tabanlarım, terlemiş sırtım beni hiç de yormuyor. Fakat ekran başında oturmak, faturaları ödemek, çöpleri çıkarmak, hatta onları üretmek çok yorucu. Bir zamanlar hayalimiz olan işlere gitmek, o işlere girmek, girerken yalanlar söylemek yorucu. Çünkü hayalimizdeki gibi olmadıklarını gördük.

   Bir iş yapma hayaliyle büyütüldük. “Ne olacaksın?” sorusuyla. Bir şey, biri değil miyiz zaten? Hiçbir şey üretmeden aynı şeyleri tekrarlamak bir şey olmak mı gerçekten? Başkalarına ait yalanları yazmak ve o ay maaşının gecikmeyeceğini ummak. Maaş almamızın sebebi, bir hayale inanıp yalanları yazmaya devam edebilmek mi? Hiç hayatınızda başka kuşun yuvasını yem karşılığında temizleyen bir güvercin gördünüz mü? Bunları biz icat ettik. Şimdi de içinde yaşamak için debeleniyoruz işte.

   Gençler iş beğenmiyor. Acaba o işler gerçek birer iş olmadığı için olabilir mi? Sizce ben köyümde büyüsem, tarlamda ürettiklerimi yesem, komşularla takas yapsam, bana “bir şey” olmak diye dayatılan eylemleri de keyfim için yapsam, iş beğenmez mi olurdum? Aklıma gelir miydi bunlar? Elbette bu bir ütopya artık. Şu an bunu yapmak isteyenlerin de durumunu tartışmaya gerek yok.

   Bir de meslekler ve onlara yüklenen anlamlar var. Madem hayatta kalmak ve toplum nazarında bir şey olmak için büyütüldük, bırakın bari onu istediğimiz gibi olalım. Hep çok fedakar olmalısınız. Bu mesleğin en ünlüsü neyse, siz ona benzemelisiniz. Doktorlar sınır tanımaz olmalı, gazeteciler savaş muhabiri, öğretmenler köy öğretmeni. Seçme şansı mı? Onu daha konuşmaya başlamadan kaybettik. Bebeklerin önüne türlü edevatlar koyar ve mesleğini tahmin ederler. Annenin karnına bakar cinsiyetini tahmin ederler. Sonra sonsuz olasılık varmış gibi görünen bu dünyada kamp ateşi yaktın diye sana deli derler. Ama çok soğuk değil mi? Ama çok yorucu değil mi? Değil. Bu merdivenleri çıkmak zor. Bu evler soğuk. Bu yakıtlar pahalı. Markete gitmek desen travma. Rahat bırakılma isteğiyle dolup taşan bir nesiliz işte. Gideyim de bir çorba içeyim, bozulmasın.

 

Sabahın Sıcak Serinliği

    Sol kulağımdaki sızı çeneme, boğazıma, başıma ve beynime uzanıyor. Sinyali kesilmiş kanalın ince cızırtısına benziyor. Bazen de çalışan bir mikrofonun yüksekten yere bırakılması gibi patırtı koparıyor sanki.

   Varlığımın dayanılmaz ağırlığı, bedenimde her gün azalan hücrelerimle yaşamak, her an bozulacak bir termosifona güvenerek kış soğuğunda suya girmeye benziyor. Kulağımdaki sızı bana çocukluk hastalıklarını, çocukluğu ve ona dair birkaç güzel anı hatırlatıyor. İnsan ufakken, günü yaşamaya değer buluyor olacak ki, erkenden uyanıyor. Tıpkı yaşlılar gibi. Biri vücudundaki enerji fazlalığını atmak isterken, diğeri kalan günleri değerlendiriyor belki de. Yaşlanmak, artık çok yakmayan bir araba olmaya benziyor. Az ye, az uyu, az yaşa.

   Havada sabahın buğusu vardı uyandığımda. “Toprak tütüyor” derler ya hani, öyle işte. Bir anneannem uyanmıştı bir de ben. Bahçeyle ev arasında gelip gidiyor, anlamadığım işler yapıyordu. Üstünde anne ve bebek fare çizimleri olan uzun kollu geceliğimi giymiştim. Hayatımdaki ilk ve son gecelikti. Uzun saçlarım dağınık, karışıktı. Evin beton merdiveninden inerken, bulduğum rastgele terlikleri ayağıma geçirmiş ve bahçeye girmiştim. Bahçenin her köşesi ayrı bir bitkiye ev sahipliği yapıyordu.  Ayağınızı nereye koyacağınızı bildiğinizde yürümek gayet kolaydı.

   Oluğun hemen solunda, elma ağacının altında çilekler var. “Şirin çileği” gibiler, açık pembe, minik ve aşırı tatlı. Anneannem onlardan reçel yapar ve tahminen Almanya’dan gelen parlak yavruağzı küçük tabağa koyar. Elma ağacından ilerleyince bahçenin dışına doğru mısırlar vardır. Ortada salatalık, biber ve kuzenimin en sevdiği şey olan nohutlar. Bahçenin sağ köşesinde karadut vardır. Her zaman ağaca dayalı duran tahta merdivenlere istediğiniz zaman çıkıp dutlardan yer ve hayatınıza devam edersiniz. Bir de soğanlar vardır elbette. Kocaman kafalarıyla sabahları iştah açıcı kokarlar. Küçük bir bahçe için fazla bereket.

   Benim durağım, bahçeyle evin arasında duvar görevi gören bitkilerin hemen arkasındaki badem ağacı. Ağacın dalında, pembe, mor, lila gibi pastel renklerle örülmüş bir urgan var. Renkli upuzun bir saç örgüsüne benziyor. Urgana konan minderlerle yapılmış bir salıncak aslında bu. Kuzenlerim ve abim uyurken sallanmak için güzel bir fırsat yakalıyorum. Sabah güneşi yüzüme vuruyor. Yusufçuk kuşları her zamanki hüzünlü sesleriyle ötüyorlar. Anneannemin etrafımda olması bana güven veriyor. Yavaş yavaş sallanırken salıncağın asılı olduğu dal ağır ağır sallanıp gıcırdıyor ama ona zarar veremeyecek kadar küçük ve hafifim. Saçlarım uçuşuyor. Ayaklarımdaki terlikler bana bol ve parmaklarım tertemiz toprağa sürünüyor. Burada hiçbir şey kirli değil zaten. Urganın üzerine sinekler yumurtlamış. Koparmaya çalışıyorum lavraları. O kadar sıkı yapışmışlar ki, hayata gelip karpuzlara, kahvaltılık balın üstüne konmaya o kadar hevesliler ki, asla kopmuyorlar. Daha sonra da denedim ama bana mısın demediler.

   O sabah, açık ara hayatımın en güzel sabahıydı. Herkes ordaydı. Her şey olması gerektiği gibiydi. Bedenim, anneannemin ördüğü onlarca ince ipten yapılmış urganı esnetemeyecek kadar küçüktü. Hiçbir yerim ağrımıyordu. Var olmak çok hafif ve güzeldi. Sabahın taze havası, kavakların pulumsu yaprakları arasında geziniyor, su sesine benzer bir hışırtı çıkarıyordu. Yaşamak için ne güzel bir gündü. Şimdi, ağrıyan kulağımla, yalnızca hayattayım. 




9 Aralık 2021 Perşembe

ZORLAMA BAŞLIK

“ ‘Yalnız’ zor olmuyor mu bu yolu yürümek?”

“ ‘Yalnız’ değilim, ‘tek başımayım’.”

   Ukraynalı bir çocuktan Likya Yolu’nu yürürken duymuştum bu cümleyi. Bana pek çok şeyi sorgulatmıştı. Şimdi üzerine biraz daha düşünme zamanı…

   Hemen her zaman olduğu gibi, çevremde insan olmasından bunalmışken düşündüm bunu. Onların kavgaları, atışmaları beni bağlıyordu tabi ki. Sosyal ve dışa dönük insanların başının belası bir sorun; asla tek kalmak istemediğinizin sanılması. Oysa bu bir hayatta kalma yöntemi. İletişim, beslenmek için bulaşıkları yıkamak gibi zorunlu bir ihtiyaç. Fakat kahve kupam yumurta kokuyor. Yani her zaman doğru değil, doğru yapılmıyor.

   Bazen sosyalleşmek de yumurta kokuyor. Ama pazar sabahı yenen güzel bir kahvaltının yumurtası gibi değil. Öğrenci evinde iyi yıkanmamış bulaşıklara sinmiş kötü bir koku. Günümüz dünyasında hayatta kalmanın iki yolu var bence; birincisi en iyi arkadaşının kendin olması. İkincisiyse iyi konuşmayı bilmek. Üçüncüyse bulaşıklara çamaşır suyu eklemek olabilir.

   Evet bulaşıkları iyi yıkamanın da kötü yanları da var. Eviniz temiz, yemekleriniz güzel olursa, insanlar size gelmekten çekinmezler. İyi de konuşuyorsanız, içlerindeki ilkel sosyalleşme isteğini tatmin edersiniz. Tebrikler mastürbasyon malzemesi oldunuz. Sonuç: en iyi arkadaşınızdan uzaklaşırsınız, kendiniz. Hayatta kaldık, fakat her zamanki malum soru geldi yine; huzurlu muyuz?

   Mutluluk, gereksiz büyütülen bir kavram. Abartılması gereken kavramın huzur olduğunu düşünüyorum. Peşinden koştuğunuz işleri, aşkları, arkadaşlıkları düşünün. Mutlu oldunuz mu? Evet. Peki huzurlu muyduk? Hayır. Huzursuzluk, ki onun uğruna buralara gelmiştik, dişlerinizi parçalamanıza, saçlarınızı beyazlatmanıza, ellerinizin titremesine ve tütün kullanmanıza neden oldu. Değer miydi?

   Pek de haz etmediğim çocukluğumu hatırlıyorum. Kayda değer en güzel şey hayal gücüydü. Ranzamın ahşap merdiveninin pir parçasını insan beller, saatlerce oynardım. Bazen yaşadığımız maceralar o kadar duygusal oluyordu ki ağlıyordum. Dışardan tuhaf görünen bir çocuk olmamı bir kenara koyarsak, yalnızlığı atlatmıştım, tek başımaydım ve huzurluydum. Uzaktan bakan gözler için garip görünebilirdim ama ben, iyiydim.

   Şimdi olayın başına dönersek, Vulat – her nasıl yazılıyorsa umurumda değil-  ismindeki Ukraynalı genç, paylaştığımız yemeği beğenmemiş, sigaramızdan içmemiş, sabah da bizi beklememişti. Fakat bilmediği bir ülkenin ormanlık yollarında yolculuk ederken, bana “tek başına” ile “yalnız” arasındaki farkı bir cümleyle belletmişti. Kendimi ifade edişimdeki yanlışı düzeltmişti. Yalnızlık değil, tek başınalık istiyordum. Huzur, en iyi arkadaşımla huzurla kalmak ve yumurta kokmamak.

 

HÜRRİYETSİZ FİKİRLER

Fırtınalı denizlere rağmen uçar martılar

Özgülük diye haykırır insanlar

Keşmekeş sokaklar

Yorgun suratlar

Günaydınsız sabahlar

Bitmeyen acılar

Hüküm giymiş hayaller

Hem seçik hem de kapalı

Set çekme gözlere herkes ayılsın

Karanlık suratlar güneşe baksın

Sema üstünde gizli bir örtü

Canan ki gündüzleri gelmez

Mehtap artık kanlı olmuş

Yaprak ağaçtan sıkılmış

Dağ karı taşımaktan yorulmuş

Mevsimler bahaneymiş


Konuşmak yasak dediler

Fikirleri hapsedemediler

Yetkili fakat etkisizdiler

Hümanist oldu aydınlar

Ne yazdılar ne de okudular

Hayallerimizi çaldılar

Sözde Müslümanlar

Namus için akıttılar kanı

Adalet için kapalıydı ağızları

Kravat takın ey ağaçlar 

Kravat takın ey hayvanlar

Kravat takın ey bebekler

Belki sizi de özgür bırakır bu hainler