9 Kasım 2014 Pazar

Gün Yanıyor

                Ben ne bir evsizim, ne de bir balıkçı. Güneşin doğuşunu izlemek gibi bir zevkim de yoktur benim. Ben sadece içerim, düşünürüm ve yazarım. Yanlış anlaşılmasın; düşünür de değilim, yazar da değilim. Ha içer misin derseniz, evet içerim. Kurtuluş Caddesi'ndeki tüm barlara, tüm birahanelere ve tüm tekel bayiilere sorun beni. Esmer, uzun saçlı, siyah gömlekli bir eleman var, deyin; kirli sakallı. Atıp tutuyor güzel içerim diye. Her gün başka bir hikayeyle çıkıyor karşımıza. Harbiden bu kadar içiyor mu bu balon, deyin. Size süngeri anlatsınlar.

                Hayatımın en boş zamanlarıydı. İşi gücü bırakıp aşk acısı çekmeye başlamıştım, bok varmış gibi. Kaç yaşına gelmişsin be adam, senin neyine aşık olmak, demedi kimse bana. Otuz sekiz yaşındaki adama, bana, "Seviyorsan git konuş kanka." diyen tavsiye delisi insanlar oldu hatta. Seviyordum, ama gidip konuşamadım.

                Haftanın her 'p,s,ç,c' harfiyle başlayan günlerinde yaptığım gibi, yine erkenden başlamıştım içmeye. Dert çoktu çünkü. Pek çok insan "Senin derdini sikeyim ben." dese de, benim dertlerim bana çok büyük geliyordu. Dertlerimi küçümseyenlere soruyordum, onların dertleri benimkilerden daha küçüktü. Kimisi kanserim diyor, kimisi evden atıldım diyor, kimisi de "Abi dün gece kimliğimi düşürmüşüm, hiç kimlik buldun mu buralarda?" diyordu. Yok amına koyayım. On sekiz haftam bu bankta geçti, ama kendime ait bile bir tane kimlik bulamadım. Güneşin doğuşu ve soğuk var burada sadece. Bir de acı...

                Elimde siyah poşetle oturuyorum banka. Kafam şimdiden iyi. Sola doğru dönüp, banka gelene kadar işediğim yoldaki zikzaklı işarete bakıyorum. "Sanki timsahtan kaçtın oğlum Sedat." diye dalga geçiyorum kendimle. Ya timsahtan kaçtın, ya da bir şeyler yazmaya çalıştın o yola sidiğinle. Tekrar bakıyorum. Zikzak. Zik ve zak. Z ve Z. Niye böyle demişler bu işarete? Umrumda değil. Bilsem de umrumda olmazdı zaten şu an; çünkü ben zikzak çizmemin sebebini buldum bile. Z çizerek gelmişim o yoldan. İşaretlere bakıyorum; Z, Z, Z... Tersten bakıyorum; yine Z. Şans diyorum. Ya da kader. Ya da ne sikimse. Şu sarhoş halimle de olsa, işerken bile baş harfini yazmışım yollara. Üstelik arka arkaya. Z diyorum. Alfabenin son harfi. Sikmişim alfabesini, bende alfabe Z ile başlıyor. Hem 'alfabe' neymiş lan? Alfa beta der gibi değil mi o? Bizimkiler de 'Türklük' olsun diye onun üzerine 'abece'yi yapıştırmadılar mı fark eder fark etmez? Hiçbiri umrumda değil. Benim dilim, benim harf hazinem Z ile başlıyor bundan sonra. Z'nin arkasından A mı gelir, Y mi gelir; hiç sikimde değil. Her şey Z ile başlıyor bende.

                Mantarını baş parmağımla alkol gölünde boğduğum şarap şişesini alıyorum elime. Birkaç yudum alkol giriyor mideme, birkaç yudum fikir çıkıyor beynimden. Birkaç yudum alkol giriyor mideme, birkaç yudum gözyaşı çıkıyor gözlerimden. Birkaç yudum acı giriyor mideme, birkaç yudum acı çıkıyor gönlümden. Gönlümden çıkan o birkaç acı, önümdeki koca denize dolmaya başlıyor. "Kocaman değil mi bu deniz, benim acımı da içine alır hiç şikayet etmeden." diyerek şişeyi boşaltıyorum ilk iki sindirim organımdan içeriye. Onlarca yudum ve onlarca fikrin ardından, sızıyorum.

                Gözümü açtığımda yine bir karanlık karşılıyor beni. Ulan, diyorum. Yine sızmışım. Alışkanlık olarak elim yanımdaki siyah poşete gidiyor. Bakıyorum, ikinci şarabım poşetin içinde duruyor. Yine daldırıyorum mantarı alkole, yine birkaç yudum acı giriyor ve birkaç yudum acı çıkıyor gönlümden. Düşüncelere dalıyorum. Neden bu kadar mutsuzum, diyorum. Neden bu kadar acı çekiyorum ben. Benim hatam neydi. BEN NE YAPTIM DA, BU DÜNYA BANA BÖYLE DAVRANIYOR LAN? Tatlısından tadamadan, her seferinde kapı dışarı edildiğim hayat restoranından bir kez daha tiksiniyorum. "Ulan, madem mutlu olamıyorum, en azından şu acıyı atayım artık içimden." diyorum ve elimdeki şarabı kafama dikiyorum. Tam o sırada güneş doğmaya başlıyor denizin ortasından. Sonunu sıfır nemli bir anda bile göremeyeceğim ufuk çizgisinden bir alev topu çıkmaya başlıyor kocaman. Işığını yaymaya başlıyor etrafa. Denize bakıyorum, ne zaman derinliklerinde sakladığı hazineye bakmaya çalışsam gözlerimi yakan o tuzlu su yerinde yok! O tuzlu suyun yerini yeni dökülmüş demir almış sanki. Her yer kıpkırmızı... Koskoca deniz, alev kırmızısına bürünmüş.

                "Ulan Sedat," diyorum kendime:

                "Koca denizi bile yaktın acılarınla..."



Yaza Mazar

1 yorum: