Ben ne
bir evsizim, ne de bir balıkçı. Güneşin doğuşunu izlemek gibi bir zevkim de
yoktur benim. Ben sadece içerim, düşünürüm ve yazarım. Yanlış anlaşılmasın;
düşünür de değilim, yazar da değilim. Ha içer misin derseniz, evet içerim. Kurtuluş
Caddesi'ndeki tüm barlara, tüm birahanelere ve tüm tekel bayiilere sorun beni.
Esmer, uzun saçlı, siyah gömlekli bir eleman var, deyin; kirli sakallı. Atıp
tutuyor güzel içerim diye. Her gün başka bir hikayeyle çıkıyor karşımıza.
Harbiden bu kadar içiyor mu bu balon, deyin. Size süngeri anlatsınlar.
Hayatımın
en boş zamanlarıydı. İşi gücü bırakıp aşk acısı çekmeye başlamıştım, bok varmış
gibi. Kaç yaşına gelmişsin be adam, senin neyine aşık olmak, demedi kimse bana.
Otuz sekiz yaşındaki adama, bana, "Seviyorsan git konuş kanka." diyen
tavsiye delisi insanlar oldu hatta. Seviyordum, ama gidip konuşamadım.
Haftanın
her 'p,s,ç,c' harfiyle başlayan günlerinde yaptığım gibi, yine erkenden
başlamıştım içmeye. Dert çoktu çünkü. Pek çok insan "Senin derdini sikeyim
ben." dese de, benim dertlerim bana çok büyük geliyordu. Dertlerimi
küçümseyenlere soruyordum, onların dertleri benimkilerden daha küçüktü. Kimisi
kanserim diyor, kimisi evden atıldım diyor, kimisi de "Abi dün gece
kimliğimi düşürmüşüm, hiç kimlik buldun mu buralarda?" diyordu. Yok amına
koyayım. On sekiz haftam bu bankta geçti, ama kendime ait bile bir tane kimlik
bulamadım. Güneşin doğuşu ve soğuk var burada sadece. Bir de acı...
Elimde
siyah poşetle oturuyorum banka. Kafam şimdiden iyi. Sola doğru dönüp, banka
gelene kadar işediğim yoldaki zikzaklı işarete bakıyorum. "Sanki timsahtan
kaçtın oğlum Sedat." diye dalga geçiyorum kendimle. Ya timsahtan kaçtın,
ya da bir şeyler yazmaya çalıştın o yola sidiğinle. Tekrar bakıyorum. Zikzak.
Zik ve zak. Z ve Z. Niye böyle demişler bu işarete? Umrumda değil. Bilsem de
umrumda olmazdı zaten şu an; çünkü ben zikzak çizmemin sebebini buldum bile. Z
çizerek gelmişim o yoldan. İşaretlere bakıyorum; Z, Z, Z... Tersten
bakıyorum; yine Z. Şans diyorum. Ya da kader. Ya da ne sikimse. Şu sarhoş
halimle de olsa, işerken bile baş harfini yazmışım yollara. Üstelik arka
arkaya. Z diyorum. Alfabenin son harfi. Sikmişim alfabesini, bende alfabe Z ile
başlıyor. Hem 'alfabe' neymiş lan? Alfa beta der gibi değil mi o? Bizimkiler de
'Türklük' olsun diye onun üzerine 'abece'yi yapıştırmadılar mı fark eder fark
etmez? Hiçbiri umrumda değil. Benim dilim, benim harf hazinem Z ile başlıyor
bundan sonra. Z'nin arkasından A mı gelir, Y mi gelir; hiç sikimde değil. Her
şey Z ile başlıyor bende.
Mantarını
baş parmağımla alkol gölünde boğduğum şarap şişesini alıyorum elime. Birkaç
yudum alkol giriyor mideme, birkaç yudum fikir çıkıyor beynimden. Birkaç yudum
alkol giriyor mideme, birkaç yudum gözyaşı çıkıyor gözlerimden. Birkaç yudum
acı giriyor mideme, birkaç yudum acı çıkıyor gönlümden. Gönlümden çıkan o
birkaç acı, önümdeki koca denize dolmaya başlıyor. "Kocaman değil mi bu
deniz, benim acımı da içine alır hiç şikayet etmeden." diyerek şişeyi
boşaltıyorum ilk iki sindirim organımdan içeriye. Onlarca yudum ve onlarca
fikrin ardından, sızıyorum.
Gözümü
açtığımda yine bir karanlık karşılıyor beni. Ulan, diyorum. Yine sızmışım.
Alışkanlık olarak elim yanımdaki siyah poşete gidiyor. Bakıyorum, ikinci
şarabım poşetin içinde duruyor. Yine daldırıyorum mantarı alkole, yine birkaç
yudum acı giriyor ve birkaç yudum acı çıkıyor gönlümden. Düşüncelere dalıyorum.
Neden bu kadar mutsuzum, diyorum. Neden bu kadar acı çekiyorum ben. Benim hatam
neydi. BEN NE YAPTIM DA, BU DÜNYA BANA BÖYLE DAVRANIYOR LAN? Tatlısından
tadamadan, her seferinde kapı dışarı edildiğim hayat restoranından bir kez daha
tiksiniyorum. "Ulan, madem mutlu olamıyorum, en azından şu acıyı atayım
artık içimden." diyorum ve elimdeki şarabı kafama dikiyorum. Tam o sırada
güneş doğmaya başlıyor denizin ortasından. Sonunu sıfır nemli bir anda bile
göremeyeceğim ufuk çizgisinden bir alev topu çıkmaya başlıyor kocaman. Işığını
yaymaya başlıyor etrafa. Denize bakıyorum, ne zaman derinliklerinde sakladığı
hazineye bakmaya çalışsam gözlerimi yakan o tuzlu su yerinde yok! O tuzlu suyun
yerini yeni dökülmüş demir almış sanki. Her yer kıpkırmızı... Koskoca
deniz, alev kırmızısına bürünmüş.
"Ulan
Sedat," diyorum kendime:
"Koca
denizi bile yaktın acılarınla..."
Yaza Mazar
sanırım blogta en sevdiğim yazı oldu.hadi öykü yaz
YanıtlaSil