16 Kasım 2014 Pazar

Annem Benim Dertlerim Yüzünden Öldü

                Her günkü dertlerimle dönmüştüm eve. Kafam iyiydi. Arabayı, kaldırıma sıfır yanaştırdım. Hiçbir şeyin arasında mesafe olmamalı diye düşünüyordum. Benim dışımda hiç kimsenin, hiçbir şeyin arasında mesafe olmamalıydı. Mesela bir sıkıntın mı vardı; yanındakine anlatmalıydın. Her şeyi içine atarak mesafe koymamalıydın araya.

                Hız yaptım; arabayı yüksek devirlerde kullandım, söylediğim acılı şarkılar kulağıma gelmesin diye. Bütün derdini kaldırıma anlatsın diye de arabayı sıfır yanaştırdım kaldırıma.

                Apartman kapısını açtım. Kapanırken çıkardığı yüksek sesi duymuş olmalı ki; annem açtı evin kapısını. Ayakkabılarımı çıkarıp içeri girdim. Biz elit değiliz. Bin beş yüz metrekare evlerimiz yok. Biz evin içinde ayakkabıyla gezmeyiz. Bizim evlerimiz küçük, çabuk kirlenir. Bizim evlerimiz küçük. Sizinki gibi acılarımızı gizleyebileceğimiz çok fazla yer yok... Odama girip elimdeki bira torbasını masamın yanına bıraktım.

                Bilgisayarım açıktı. Microsoft Word 2007'nin başlat menüsündeki kısayol tuşuna tıklayarak acı günlüğümü açtım. Ulan, dedim. Dur. Benim yarım kalmış bir hikayem vardı. Kafamda o an çok bir şey olmasa da; önceden aklıma gelenlerle belki bir şeyler yazabilirim diye düşündüm. Yazılarımın olduğu klasörden hikayemin olduğu dosyaya çift tıkladım, o sırada kapım tıklandı.

                Henüz hiçbirini alıp içmeye başlamadığım biralarımı masanın altına iteledim. Sanki içtiğimi bilmiyorlarmış gibi, gizlemeye çalıştım. Neyse, dedim. Annem girdi içeriye. Yanıma geldi. Bıraktın mı xx arkadaşını, dedi. Bıraktım, dedim, sanki bırakmamışım gibi kendimden emin olamadığım bir sesle. Yanıma geldi, oturduğum sandalyenin hemen yanına. Yanımda duruyordu, ayakta.

" Hala anlatmayacak mısın ne olduğunu?"

Cevap vermedim.

" Oğlum, niye böyle oldu, ne seni üzen bu kadar? Biraz anlat, rahatla bari." dedi.

                Hiçbir şey söyelemedim, her zaman yaptığım gibi. Hala ayaktaydı, boynuma sarıldı. Başka zaman olsa kaçardım hemen. Bu sefer kaçamadım. Bir şeyler kendime engel olmama engel olmuştu bu sefer. Başımı dayadım karnına, beni dokuz ay taşıdığı yere. Güzel şeyleri düşündükçe içim daha kötü oluyordu. Güzel şeyler yaşamıştık, ve ben her şeyi berbat ediyordumSevdiğim pek çok insanla güzel anlar yaşamış, güzel anılar biriktirmiştim... İçinde bulunduğum durum yüzünden, bu anıları düşünmek istemiyordum. Düşündükçe daha kötü olacağımı biliyordum çünkü. Düşündükçe daha da dibe batacaktım. Gözlerim doldu, yaşları içime boşalttım. Hiçbir şey söyleyemedim.

" Eskiden anlatırdın sen her şeyi bana." dedi. " Bir şey olursa gelip anlatırdın bana. Ben de sana anlatırdım hep. Kötü bir şeyler olduğu zaman anlatmadım mı ben sana? Hadi anlat artık ne olduysa, 
akıt içindeki zehri."

" Bir şey olduğu yok."

" Bir şey olmuş, bir şey olmasa niye böyle durasın? Ben seni bilmiyor muyum? Azcık anlat da rahatla bari biraz."

                Hayatım sikildi benim. Ne olduğunu tespit edemediğim sebeplerden ötürü hayatım sikildi. Kim olduğumu, ne yaptığımı ve ne yapacağımı bilmiyorum. Ne hissettiğimi bile bilmiyorum ben artık. Nereye baktığımı, nereye bakacağımı, baktığım yerde ne gördüğümü veya ne görmem gerektiğini bilmiyorum. Gözlerim yok benim artık. Anlıyor musun? Gözlerim yok benim! Hayat beni terk edip gidiyor. Sevdiğim şeyler beni  birer birer terk edip gidiyor ve ben bir şey hissedip hissetmediğimi bile bilmiyorum artık. Yüreğim yok benim, anlıyor musun? Yüreğim yok benim!

" Git artık. Bir şey olduğu yok."

" Olmuş bir şey, yanındayım bak, anlat hadi."

" Yok bir şey. Hadi..."

" Merak ediyorum ama. Üzülüyorum ben senin bu haline. İstediğin zaman anlatacak mısın peki?"

" Bilmiyorum ne olduğunu. Bilsem de anlatmayacağım. İstesem de anlatmayacağım. Faydası olmayacak çünkü. Senin çözebileceğin hiçbir şey yok benim hayatımda. Git artık! Yalnız bırak beni!"

Ben, benim ağzımı sikeyim.

" Konuşmak için hazır hissedersen gel anlat o zaman." dedi ve çıktı odamdan.

                Bir çare bulabilecekmişim gibi, "xyz1" adlı World dosyasına geçtim Alt Tab ile. Arkada "I remember you" çalıyordu. Yedi sayfasını önceden bitirdiğim hikayeme baktım. Şu an bu yazıya ekleyebilecek hiçbir şeyim yok, diye düşündüm. Çıkış yapıp diğer belgeye geçtim. Boş sayfa. Tertemiz. Yeni bir başlangıç gibi. Yeni bir umut gibi. "Bir umuttu yaşatan insanı, aldım elime sazımı." diye mırıldandım kendi kendime. Gitarıma baktım, üç gün önce nasıl parçaladıysam öyle duruyordu. Kırdığım kalpleri düşündüm. Acaba onlar da öyle kırık bir şekilde duruyor muydu? 
Kendimi düşündüm.

" Sen kendini tamir edebildin mi?"

" Edemedim."

" Hala kırıksın, değil mi?"

" Evet."

" Onlar da öyle işte."

" Düzelmişlerdir be biraz."

" Bok düzelmişlerdir. Sen bu dünyada bir şeyin düzeldiğini gördün mü lan?"

" Belediyenin önündeki 'fışkiye' vardı. Düzeltmediler mi onu?"

" O 'fışkiyenin' kalbi var mı lan?"

" Yok mu? Eylemlerde ölenlerin haberlerinden daha acıklı bir şekilde gündeme gelmişti."

" Siktirtme 'fışkiyeni' şimdi. İyileşen bir şey yok lan. Git de özür dile diyemiyorum sana; ama annene yaptıkların hoş değildi. Benim hatrım için git konuş bari kadınla lan."

" Ne konuşacağım lan? Ne konuşacağım? Ne anlatayım ben? Kendime bile anlatacak bir şey bulamıyorken, yazamıyorken, gidip insanlara ne anlatayım konuşarak?"

" Derdini anlat."

" Sen nasıl bir iç sessin amına koyayım, sen bile anlamamışsın lan beni! Benim ne derdim var, sen biliyor musun? Ben bile bilmiyorum ulan, hala anlamadın mı? Siktir git kafamın içinden! Siktir git!"

                Boş sayfayı ve iç ses penceresini kapatarak yatağıma uzandım. Alkolün etkisiyle, sızmam uzun sürmedi. Rüyamda bir araba gördüm. Köprüye, yıkılıp denizin içine gömülmüş bir köprüye doğru gidiyordu, orada artık bir köprünün, bir yolun kalmadığını bilmeden. Ben de süper kahraman gibi bir şeymişim. Ellerimde bir çeşit mıknatıs varmış. Sadece istediğim zaman, istediğim şeyleri çekebiliyormuşum. Deniz manzaralı bir binanın çatısında içiyorken görmüştüm ben arabayı. İstersem peşlerinden giderek kurtarabilirdim. Dur dedim biraz daha. Belki fark edip dururlar. Köprüye kadar yolları var daha. Biraz manzaraya baktım, biraz içkimden yudumlandım. Baktım arabanın duracağı yok. Binadan atladım, mıknatıslarla kendimi binanın çatısına çektim birazcık ve yavaşça inmiş oldum aşağıya. Arabaya doğru çektim kendimi özel gücümle. Köprünün neredeyse ucuna gelmişlerdi. Mıknatıslarımı aktifleştirip arabaya uzattım ellerimi. Olmuyordu. Arabayı çekemiyordum. Ayaklarımın kaydığını fark ettim. Araba, kendi momentumuyla beni de çekiyordu! Etraftaki direklere tutundum, onlar da benimle beraber geldi. Son bir umutla, köprüye varmadan son direğe tutundum. O da geldi benimle. Kendimi bir anda yolun sonunda buldum. Araba da suya doğru iniyordu. Mıknatıslarımı durdurdum. Artık çekmeye devam edemezdim, onlar beni aşağıya çekerdi çünkü. Düşüşlerini izledim. Ağlamaya çalıştım, uyandım.

" Senin ben rüyanı sikeyim, beni de uyutmadın."

" Yine mi sen lan? Ben sana git demedim mi?"

" Dedin. Gel de dedin ama. Bana ihtiyacın olmasaydı, ben burada olmazdım."

" Siktir git. Gidip annemle konuşacağım."

" Aklın yolu bir. Sonunda lafıma geldin."

" Köprüden düş ve bir daha geri gelme!"

                Odamdan çıktım, annemin uyuduğu odaya girdim. Uyuyordu hala. Yüzüne baktım, o da solmuştu benim dertlerim yüzünden. Alnını okşadım yavaşça. Hava soğuk, üşümüş. Yanakları da buz gibiydi. Boynuna kadar örttüm üstünü, odama döndüm. Geceden kalma biramı alıp kafama dikerken aynaya baktım. Ben bile daha canlıydım! Alnıma dokundum, sıcaktım. Yanaklarım da sıcaktı. Odamdan çıkıp yatak odasına gittim. Yatak odası benim odamdan daha sıcaktı! Hayır, hayır amına koyayım. Havale geçiriyor olayım, lütfen, lütfen ölüyor olayım. Gece götümü başımı açıp hasta olmuş olayım, lütfen!

                Annemin boynuna koydum elimi, boynu da soğuktu.

" Senin ben ağzına sıçayım lan! Al orospu çocuğu, yaptığına bak. Öldürdün kadını lan! Senin boktan dertlerin yüzünden kadın öldü! Bundan daha büyük bir derdin var mı lan şimdi, söyle bana, var mı! Senin, senin derdini sikeyim ben lan! Senin hayatını sikeyim ben!"

" Benim değil, senin derdin bunlar. Sen öldürdün anneni. Ben neredeyim lan? Beni görüyor musun sen? Duyduğun her sesle arkadaşlık edecek kadar gerizekalı mısın sen? Yokum amına koyayım ben, hala mı anlamadın? Yokum, ve hiç olmadım."

                Telefonu aldım elime, 122'yi aradım. Yaptığınız akıllı telefonu sikeyim lan, 112 diyorum, ne işim olur benim 122 ile! 122 ne hem, ne boka yarıyor, öyle bir hat var mı! Kapatıp tekrar çevirdim numarayı. Bir adam açtı telefonu.
" Çabuk gelin! Annem buz gibi! Çabuk gelin! Bir şey yapın lan, çabuk gelin! Evimiz hastanenin dibinde amına koyayım! Hadi gelin artık!"

                Konuşmanın devamını hatırlamıyorum, üç dört dakika sonra ambulans geldi kapıya. Çıkıp apartman kapısını açtım. Sanki kapı otomatiği çalışmıyormuş gibi aşağı inip, apartman kapısında karşıladım adamları. Yukarı çıktık beraber, kapı yüzüme kapanmış. Aklımı sikeyim! Aklımı sikeyim! Neden araya bir şey koymadım? Neden anahtarı yanıma almadım? İçimdeki öfkenin bir kısmıyla kapıya omuz attım. Beş yüz lira kira ödediğimiz evin ahşap kapısı açılıverdi hemen. Görevlileri içeri aldım.

" Gidin! Koşun! Şurası yatak odası!"

                Koşarak odaya girdiler. Korkumdan bakamıyordum. Koridora oturdum, başımı dizlerimin ve dirseklerimin arasına aldım, sayıklamaya başladım:

" Benim yüzümden oldu! Hepsi benim yüzümden oldu! Senin ben derdini sikeyim! Ben senin derdini sikeyim! Her şey senin yüzünden! Her şey benim yüzümden!"

                Kafamı duvarın köşesiyle patlatmaya çalışırken, görevlilerden birisi gelip bayıltmış beni. Sonradan öğrendim. Gözümü açtığımda hastanedeydim. Kollarım rahatsızdı. Yana dönmek istedim, bileklerim engel oldu. Kolumdaki seruma baktım. Bileklerimde de kemerler vardı. Beni bağlamışlardı! Ulan beni getirmeyecektiniz hastaneye! Hasta olan annemdi! Sizin yapacağınız işi sikeyim ben! Ulan öldürdünüz kadını, değil mi? Öldürdünüz, değil mi! Benim yüzümden! Öldürdüm, değil mi!

                Annem suratlı biri gelip; annemin, çocukluğumda anlattığı masalları bulup doldurduğu bir 
iğneyi dayadı kolumdaki açık damardan içeriye; bayıldım...

                Tekrar uyandım, tepemde şerefsiz bir doktor var.

" Annen çok iyi!" diye bağırdı kulağımın dibinde. " Annenin hiçbir sorunu yok. Sadece biraz derin uyumuş o kadar."

" Doğruyu söyle bana! Çözün lan beni! Nerede annem? Gidip annemi göreceğim! Nereye koydunuz onu orospu çocukları, çabuk söyleyin!"

" Kaç tane sakinleştirici iğne yaptık sana, hala mı düzelmedin? Başındaki kemeri çözeceğim şimdi, sakin ol."

                Bant çözüldü, doktora kafa atmaya çalıştım, uzanamadım.

" Sakin ol diyorum sana. Boşu boşuna iğne yeme tekrar. Bak şimdi sağ tarafına."

" Baktım amına koyayım, ne olacak? Baktım hani, ne var? Amına koduğumun güneşi de, yeşilliği de sizin olsun! Ne yaptınız anneme lan, annemi gösterin bana!"

" Hemşire hanım, bir sakinleşitirici daha yapın."

" Dur ulan, dur! Valla sıkarım kendimi, iğne içimde kırılır, daha çok uğraşırsınız! Nerede annem! Annemi gösterin bana!"

" Şimdi beni iyi dinlemeni istiyorum. Alkolün, ilaçların ve yaşadıklarının etkisiyle şu an istemediğin şeyler görüyorsun. İstediğin şeyleri göremiyorsun da diyebiliriz. Annen burada. Şu an seni izliyor. Senin ne yapacağını, nasıl uyanacağını bilmediğimiz için odanın dışına aldık onu. Dışarıdan seni izliyor şu an."

" Lan siktir git! Çocuk mu kandırıyorsun sen! Çöz şunları! Çözmezsen buradan çıktığımda ağzını burnunu kırarım senin!"

                Önce göz kapaklarımın karanlık kırmızılığını gördüm, sonra beynimin en arka tarafına gömülmüş gizli bir gözüm varmış gibi, o gözle etrafı gördüm. Uyuşturuluyordum. Birazdan bayılacaktım. Bir iğne, iki iğne, üç iğne, dört iğne... Son iğne damarlarıma girdiğinde annemi gördüm. Ruhlar gerçekten yaşıyormuş demek ki dedim. Bir şekilde yaşıyormuş bizimle. Veya sadece bir anıdır. Kafamı karıştırıp duran şu iç ses gibidir belki. Belki iç görüntüdür bu da. Başka ne görünebilirdi ki benim içimde zaten şu an? Yine bayıldım.

...

" Kediler götüne girsin! Kediler götüne girsin! Kedilerin götlerinden çıkan kurtlar götüne girsin, götünü kemirsin! Kediler götüne girsin!"

" Koğuş kalk! Koğuş kalk! Terlikle ne işin var senin dışarıda lan! Botunu tavşan mı kaptı! Ne işin var terlikle dışarıda! Tavşan yedi ayağımı, tavşan kopardı tırnaklarımı!"

" Güldüreyim mi, güldüreyim mi? Ağzını yüzünü güldüreyim mi? Gül vereyim mi abi? Gülüvereyim mi!"            

                Bileklerimi, belimi ve alımı sıkan kemerler yoktu bu sefer. Sadece uyandım. Nemli, beyaz bir çarşafın üzerinde uyandım. Küçük bir odadaydım. Tek açık yeri, sahip olduğu kapının küçük çerçevesi olan bir odadaydım. Ayağa kalktım, odada dolandım. Etraftaki seslerin etkisiyle olacak ki, kendimi biraz daha sağlıklı hissettim. Önce bir hemşire baktı kapıdan, sonra doktor geldi yanıma.

" Bugün daha iyi misin?"

" Benim bu insanların arasında ne işim var?"

" Kötü bir dönemden geçiyordun. Akıl sağlığının farkına varabilmen için seni akıl sağlığı yerinde olmayanların yanına, akıl hastanesine koyduk."

" Lan sen benim akıl sağlığımı boşver, annem yerinde mi? Nereye gömdünüz onu? Gidip bakıyor musunuz her gün? Lan, ya biri çaldıysa onu toprağın altından! Çalmasalar da çürüyor lan orada o! Çıkarın onu oradan! Çıkarın lan!"

" Bağır istediğin kadar. Bağır da kendine gel. Eğer sakin olabilirsen, anneni göstereceğiz sana."

" Lan nasıl sakin olayım! Anneme götür beni! Ne yaparsan yap; istersen her yerimi bağla, anneme götür, onu göster bana!"
" Biraz uzaklaşalım lütfen. Gördüğünüz gibi, şu an sizi ne görebiliyor, ne de duyabiliyor. Geçici bir dönem olduğunu düşünüyoruz; fakat uzun süreli bir..." Sesler azaldı ve yok oldu.

" Sizin ağzınıza sıçayım lan ben! Çıkarın beni buradan! Çıkarın lan! Yanlış yerdeyim ben! Ağırlaştırılmış müebbet verin bana, hapse atın lan beni! Ağzımı burnumu kırsınlar, dövsünler beni orada! Alın lan beni burdan! Katilim ben! Benim yüzümden öldü o kadın! Ben öldürdüm onu!"

" Ne diyorsun sen?"

" Ben öldürdüm onu! Benim yüzümden öldü! Annem benim dertlerim yüzünden öldü!"



Yaza Mazar

14 Kasım 2014 Cuma

Sen Yoksun

                Her halini gördüm senin. Her bakışını biliyorum. Gözlerinin içine bakarak ne hisettiğini anlayabiliyorum. Kızgın bakışını, hüzünlü bakışını, sevgi dolu bakışını ve aşık bakışını...

                Gel gör ki; sen yoksun.

                Güneş doğuyor. Yeni bir gün başlayacak. Sabah olacak, alnından öperek kalkacağım yataktan; balkondaki daktilomun başına geçeceğim. Uyanır uyanmaz yanıma gelip, yanaklarımdan öperek tüm sevgini hissetireceksin bana. Uykudan yeni uyanmış yüzüne, gözlerine, yanaklarına, kulaklarına aşk türküleri söyleyeceğim. Günaydın hayatım, günaydın sevgilim...

                Gel gör ki; sen yoksun.

                Eve geldiğimde, daha kapıdayken alacağım o huzur dolu kokunu. İçeri girip sarılacağım beline. Yemek yeyip, günümüzü anlatacağız birbirimize. Her gün aynı şeyleri yapmış olsak bile, birbirimizi sıkılmadan dinleyeceğiz. Her gün aynı şeyleri yapmış olsan bile, ben seni sıkılmadan dinleyeceğim. Her zamanki merakımla, ve her zamanki ilgimle ve her zamanki aşkımla bakacağım yüzüne. Tüm sıkıntılarımı bir gülüşünle unutacağım. Her gün olduğu gibi; yine, yeniden aşık olacağım sana.

                Gel gör ki; sen yoksun.


                ...


                Sabah oluyor, öğlen oluyor. Yastığının boşluğundaki sigaramı alıp yakıyorum. Eskiden telefonunu koyduğun yere, önceki geceden koyup unuttuğum viski şişesini alıp kafama dikiyorum. Balkona çıkıyorum, daktilomun başına. Yazamıyorum. Gözüm balkon kapısında. Gözüm yatak odasından balkona uzanan yolda. Belki hala buradasındır, belki de o araba başka birine çarpmıştır diye alçak bir umutla bekliyorum seni. Yine gelir de yanaklarımdan öpersin belki diye. Saatler geçiyor. Bir paket, iki paket... Bir şişe, iki şişe... Gözüm yolunda. Gel de gün aydın olsun hayatım, gel de gün aydın olsun sevgilim.

                Gel gör ki; sen yoksun...



Yaza Mazar

10 Kasım 2014 Pazartesi

Bu Yazı Iphone 6 İle Yazıldı

             
 
                Yeşilliktir, ormandır, doğadır insanın yaşam alanı. Lüksüne kanıp kapandığımız o büyük camlı evler; ağrılara iyi geldiği söylenen aşırı konforlu yataklar, kaz tüyü yastıklar hapishanedir bizim için. Mesai saatlerinde, nefret edilen patronun kıçını yalamak; geri kalan tüm zamanda yine aynı adama sövmek değildir asıl görevimiz. Bizim asıl görevimiz  hayatta kalmaktır.

                Doğada nasıl göründüğünün bir önemi yoktur. Üzerindeki kıyafetlerin markasının, kolundaki saatin, şehirde aldığın maaşın hiçbir önemi yoktur. Sadece güçlü olup hayatta kalmaya çalışırsın. Yemek tabağının markası Kütahya Porselen olmasa da olur burada. Sahip olduğun eşyaların fiyatı önemli değildir.

                Bugünü atlattın mı? Hâlâ hayatta mısın? Karnın tok mu? Yatacak yerin var mı? Kafan rahat mı? Tamam. Başka bir şeyin önemi yok burada. Zaten çirkin olan hayatlarımızı, koca şehirler kurarak niye iğrençleştirmeye çalışıyoruz? Tüm gösterişin seninle olsun sevgisiz şehir, ben doğada mutluyum.



Yaza Mazar

Bu yazı Iphone 6 ile yazıldı.

9 Kasım 2014 Pazar

Gün Yanıyor

                Ben ne bir evsizim, ne de bir balıkçı. Güneşin doğuşunu izlemek gibi bir zevkim de yoktur benim. Ben sadece içerim, düşünürüm ve yazarım. Yanlış anlaşılmasın; düşünür de değilim, yazar da değilim. Ha içer misin derseniz, evet içerim. Kurtuluş Caddesi'ndeki tüm barlara, tüm birahanelere ve tüm tekel bayiilere sorun beni. Esmer, uzun saçlı, siyah gömlekli bir eleman var, deyin; kirli sakallı. Atıp tutuyor güzel içerim diye. Her gün başka bir hikayeyle çıkıyor karşımıza. Harbiden bu kadar içiyor mu bu balon, deyin. Size süngeri anlatsınlar.

                Hayatımın en boş zamanlarıydı. İşi gücü bırakıp aşk acısı çekmeye başlamıştım, bok varmış gibi. Kaç yaşına gelmişsin be adam, senin neyine aşık olmak, demedi kimse bana. Otuz sekiz yaşındaki adama, bana, "Seviyorsan git konuş kanka." diyen tavsiye delisi insanlar oldu hatta. Seviyordum, ama gidip konuşamadım.

                Haftanın her 'p,s,ç,c' harfiyle başlayan günlerinde yaptığım gibi, yine erkenden başlamıştım içmeye. Dert çoktu çünkü. Pek çok insan "Senin derdini sikeyim ben." dese de, benim dertlerim bana çok büyük geliyordu. Dertlerimi küçümseyenlere soruyordum, onların dertleri benimkilerden daha küçüktü. Kimisi kanserim diyor, kimisi evden atıldım diyor, kimisi de "Abi dün gece kimliğimi düşürmüşüm, hiç kimlik buldun mu buralarda?" diyordu. Yok amına koyayım. On sekiz haftam bu bankta geçti, ama kendime ait bile bir tane kimlik bulamadım. Güneşin doğuşu ve soğuk var burada sadece. Bir de acı...

                Elimde siyah poşetle oturuyorum banka. Kafam şimdiden iyi. Sola doğru dönüp, banka gelene kadar işediğim yoldaki zikzaklı işarete bakıyorum. "Sanki timsahtan kaçtın oğlum Sedat." diye dalga geçiyorum kendimle. Ya timsahtan kaçtın, ya da bir şeyler yazmaya çalıştın o yola sidiğinle. Tekrar bakıyorum. Zikzak. Zik ve zak. Z ve Z. Niye böyle demişler bu işarete? Umrumda değil. Bilsem de umrumda olmazdı zaten şu an; çünkü ben zikzak çizmemin sebebini buldum bile. Z çizerek gelmişim o yoldan. İşaretlere bakıyorum; Z, Z, Z... Tersten bakıyorum; yine Z. Şans diyorum. Ya da kader. Ya da ne sikimse. Şu sarhoş halimle de olsa, işerken bile baş harfini yazmışım yollara. Üstelik arka arkaya. Z diyorum. Alfabenin son harfi. Sikmişim alfabesini, bende alfabe Z ile başlıyor. Hem 'alfabe' neymiş lan? Alfa beta der gibi değil mi o? Bizimkiler de 'Türklük' olsun diye onun üzerine 'abece'yi yapıştırmadılar mı fark eder fark etmez? Hiçbiri umrumda değil. Benim dilim, benim harf hazinem Z ile başlıyor bundan sonra. Z'nin arkasından A mı gelir, Y mi gelir; hiç sikimde değil. Her şey Z ile başlıyor bende.

                Mantarını baş parmağımla alkol gölünde boğduğum şarap şişesini alıyorum elime. Birkaç yudum alkol giriyor mideme, birkaç yudum fikir çıkıyor beynimden. Birkaç yudum alkol giriyor mideme, birkaç yudum gözyaşı çıkıyor gözlerimden. Birkaç yudum acı giriyor mideme, birkaç yudum acı çıkıyor gönlümden. Gönlümden çıkan o birkaç acı, önümdeki koca denize dolmaya başlıyor. "Kocaman değil mi bu deniz, benim acımı da içine alır hiç şikayet etmeden." diyerek şişeyi boşaltıyorum ilk iki sindirim organımdan içeriye. Onlarca yudum ve onlarca fikrin ardından, sızıyorum.

                Gözümü açtığımda yine bir karanlık karşılıyor beni. Ulan, diyorum. Yine sızmışım. Alışkanlık olarak elim yanımdaki siyah poşete gidiyor. Bakıyorum, ikinci şarabım poşetin içinde duruyor. Yine daldırıyorum mantarı alkole, yine birkaç yudum acı giriyor ve birkaç yudum acı çıkıyor gönlümden. Düşüncelere dalıyorum. Neden bu kadar mutsuzum, diyorum. Neden bu kadar acı çekiyorum ben. Benim hatam neydi. BEN NE YAPTIM DA, BU DÜNYA BANA BÖYLE DAVRANIYOR LAN? Tatlısından tadamadan, her seferinde kapı dışarı edildiğim hayat restoranından bir kez daha tiksiniyorum. "Ulan, madem mutlu olamıyorum, en azından şu acıyı atayım artık içimden." diyorum ve elimdeki şarabı kafama dikiyorum. Tam o sırada güneş doğmaya başlıyor denizin ortasından. Sonunu sıfır nemli bir anda bile göremeyeceğim ufuk çizgisinden bir alev topu çıkmaya başlıyor kocaman. Işığını yaymaya başlıyor etrafa. Denize bakıyorum, ne zaman derinliklerinde sakladığı hazineye bakmaya çalışsam gözlerimi yakan o tuzlu su yerinde yok! O tuzlu suyun yerini yeni dökülmüş demir almış sanki. Her yer kıpkırmızı... Koskoca deniz, alev kırmızısına bürünmüş.

                "Ulan Sedat," diyorum kendime:

                "Koca denizi bile yaktın acılarınla..."



Yaza Mazar

Anne bana sütle su

                                    
Çocukluk, rüya gibi… Var mı yok mu, mantıklı mı değil mi? Benimki zaten kısacıktı. Çok anlamadım. Bu hayal meyal nevrozlar arasında birkaç tane şey gördüm. Sonra da ben oldum…
 Bir kız vardı minibüste, saçları tepesinde toplu. Bol rimelli, beyaz atlet giyen. Onun gibi olmak istemiştim büyüyünce; çok güzel. Bir de aşık olduğum kuzenim gibi ün versiteli ve yirmi bir yaşında.
Küçükken hep abim vardı yanımda. Ne kadar çok yanımdaydı. Sonra büyümek diye bir şeye çarptık.
Hala kakao içebiliyoruz en azından. Yatağımızın bir kayık olduğunu ve Kuzey Buz Denizi’nde mahsur kaldığımızı hayal ederdik. Balina kuyrukları kabusumdur.
Bir telefon sesi duydum, sonra da cam kırılması. Uyandım. Hiç sırası değildi. Zaten suçiçeği olmuştum, kaşınıyordum, ağlıyordum. Bir de cam kırılıyordu. Büyümek ve rimelli bir üniversiteli olmak istiyordum, hiç kaşınmayan.
Köy evimizi, içinden sarmaşıklar büyüyen bir konak sanıyordum, labirent gibi. Değilmiş. Kerpiç, otlar biten köy eviymiş. Anneannem uzun değilmiş. Ben bit kadarmışım.
Ev şatoymuş…
Gece hem süt hem su diye bağırırdım, annem gelirdi. Bir gece odama peri gibi bir şey girdi. Çok korktum. Sonra yine annem geldi. İnşallah o şey gelmez bir daha.
Zaten meğer iki yaşındaymışım. Ben sanıyorum ki otuz! Ya otuzken de iki zannedersem?! O zaman fena, ama içki satarlar en azından.
Neyse işte. Kızın ensesinden çıkan saçlar çok güzeldi. Bir de kirpikleri. Seneye yirmi bir yaşında bir üniversiteliyim. Camları artık ancak ben kırarım.
  Peki acaba o kadar güzel miyim?

                                                                                               Bukalemun

6 Kasım 2014 Perşembe

Hızlı Geliyorum

                Kararmış gökyüzü, yağmur yağıyor. Yeşil şehir şehir griye bürünmüş. Yağmur damlaları çarpıyor çatılara, tentelere, sarhoşların ve evsizlerin omuzlarına.

                Sen yağmur damlalarını gördükçe "şehir ağlıyor" diyorsun; ben, adeta yüreğime düşen yıldırımları ve gözlerimi yakan şimşekleri görüyorum, hissediyorum ve diyorum ki:

                Tanrı gökten selektör yapıyor, "Dikkat edin, hızlı geliyorum."



Yaza Mazar

Neden Hiç Uyarmadın?

                Tam yedi buçuk kilometre var senin yatağınla benim yatağım arasında. Git gel on beş kilometre. Dön dolaş on beş kilometre...

                Kaçıyorum uzağa, deniyorum. Senin yatağınla aramda on kilometre var. Yirmi oldu. Elli... Yüz... Beş yüz elli... Altı yüz...

                Altı yüz kilometre uzaktayım senden. Neden mi? Sen böyle istedin diye. Kaçıyorum... Uzaklaşmaya çalışıyorum senden. Bana git demediğini biliyorum. Sen bana 'SADECE' "Vazgeç benden." dedin.Ben de onun için uğraşıyorum işte.

                Bir etki alanın olmalı, değil mi? Belli bir uzaklıktan sonra o etki alanından kurtulmam gerekir. Senden tam altı yüz kilometre uzağa gittim bu etki alanından kurtulabilmek için, kurtulamadım.

                O kadar geldim gittim de güzelim, neden hiç uyarmadın beni "Kalbin bende kaldı." diye...


Yaza Mazar