Sol kulağımdaki sızı çeneme, boğazıma, başıma ve beynime uzanıyor. Sinyali kesilmiş kanalın ince cızırtısına benziyor. Bazen de çalışan bir mikrofonun yüksekten yere bırakılması gibi patırtı koparıyor sanki.
Varlığımın dayanılmaz ağırlığı, bedenimde
her gün azalan hücrelerimle yaşamak, her an bozulacak bir termosifona güvenerek
kış soğuğunda suya girmeye benziyor. Kulağımdaki sızı bana çocukluk
hastalıklarını, çocukluğu ve ona dair birkaç güzel anı hatırlatıyor. İnsan
ufakken, günü yaşamaya değer buluyor olacak ki, erkenden uyanıyor. Tıpkı
yaşlılar gibi. Biri vücudundaki enerji fazlalığını atmak isterken, diğeri kalan
günleri değerlendiriyor belki de. Yaşlanmak, artık çok yakmayan bir araba
olmaya benziyor. Az ye, az uyu, az yaşa.
Havada sabahın buğusu vardı uyandığımda. “Toprak
tütüyor” derler ya hani, öyle işte. Bir anneannem uyanmıştı bir de ben.
Bahçeyle ev arasında gelip gidiyor, anlamadığım işler yapıyordu. Üstünde anne
ve bebek fare çizimleri olan uzun kollu geceliğimi giymiştim. Hayatımdaki ilk
ve son gecelikti. Uzun saçlarım dağınık, karışıktı. Evin beton merdiveninden
inerken, bulduğum rastgele terlikleri ayağıma geçirmiş ve bahçeye girmiştim.
Bahçenin her köşesi ayrı bir bitkiye ev sahipliği yapıyordu. Ayağınızı nereye koyacağınızı bildiğinizde
yürümek gayet kolaydı.
Oluğun hemen solunda, elma ağacının altında
çilekler var. “Şirin çileği” gibiler, açık pembe, minik ve aşırı tatlı.
Anneannem onlardan reçel yapar ve tahminen Almanya’dan gelen parlak yavruağzı
küçük tabağa koyar. Elma ağacından ilerleyince bahçenin dışına doğru mısırlar
vardır. Ortada salatalık, biber ve kuzenimin en sevdiği şey olan nohutlar.
Bahçenin sağ köşesinde karadut vardır. Her zaman ağaca dayalı duran tahta
merdivenlere istediğiniz zaman çıkıp dutlardan yer ve hayatınıza devam
edersiniz. Bir de soğanlar vardır elbette. Kocaman kafalarıyla sabahları iştah
açıcı kokarlar. Küçük bir bahçe için fazla bereket.
Benim durağım, bahçeyle evin arasında duvar
görevi gören bitkilerin hemen arkasındaki badem ağacı. Ağacın dalında, pembe,
mor, lila gibi pastel renklerle örülmüş bir urgan var. Renkli upuzun bir saç örgüsüne
benziyor. Urgana konan minderlerle yapılmış bir salıncak aslında bu. Kuzenlerim
ve abim uyurken sallanmak için güzel bir fırsat yakalıyorum. Sabah güneşi
yüzüme vuruyor. Yusufçuk kuşları her zamanki hüzünlü sesleriyle ötüyorlar.
Anneannemin etrafımda olması bana güven veriyor. Yavaş yavaş sallanırken
salıncağın asılı olduğu dal ağır ağır sallanıp gıcırdıyor ama ona zarar
veremeyecek kadar küçük ve hafifim. Saçlarım uçuşuyor. Ayaklarımdaki terlikler
bana bol ve parmaklarım tertemiz toprağa sürünüyor. Burada hiçbir şey kirli
değil zaten. Urganın üzerine sinekler yumurtlamış. Koparmaya çalışıyorum
lavraları. O kadar sıkı yapışmışlar ki, hayata gelip karpuzlara, kahvaltılık
balın üstüne konmaya o kadar hevesliler ki, asla kopmuyorlar. Daha sonra da
denedim ama bana mısın demediler.
O sabah, açık ara hayatımın en güzel
sabahıydı. Herkes ordaydı. Her şey olması gerektiği gibiydi. Bedenim,
anneannemin ördüğü onlarca ince ipten yapılmış urganı esnetemeyecek kadar küçüktü.
Hiçbir yerim ağrımıyordu. Var olmak çok hafif ve güzeldi. Sabahın taze havası,
kavakların pulumsu yaprakları arasında geziniyor, su sesine benzer bir hışırtı
çıkarıyordu. Yaşamak için ne güzel bir gündü. Şimdi, ağrıyan kulağımla,
yalnızca hayattayım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder